Ercan Akpınar’ın sitemize gönderdiği yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.
“…gelişmeleri sırasında, daha önce gerçek olan herşey gerçek dışı olur, zorunluluğunu yitirir, var olma hakkını, ussallığını yitirir; can çekişen gerçekliğin yerini, yeni ve yaşayabilir bir gerçeklik alır, ve bu eğer eski, savaşım vermeden ölüme gidecek kadar usçul olursa barışçıl yolla, yok eğer zorunluluğa karşı direnirse zor yoluyla…” (Engels)
ABD emperyalizminde Başkanlık seçim sonuçlarının netleşmesi ve AKP/Erdoğan iktidarı için istenmeyen tercihin gerçekleşmesinin ardından Türkiye siyasal sisteminde orta ölçekte bir deprem yaşandı. Önce Merkez Bankası (MB) Başkanı II. Murat değiştirildi, ardından iktidarın Erdoğan sonrası için veliaht olarak gösterilen Hazine ve Maliye Bakanı görevi bırakıp ortadan adeta kayboldu. Sırra kadem bastı. Yeni siyasal rejimin halktan bağımsızlaşmış, hesap verme gibi bir sorumluluğu olmayan, içi boşaltılmış kurumları babalarının çiftliği gibi yöneten muktedirlerin Saray içi entrikalarla birbirlerinin ayaklarını kaydırdığını (Osmanlı’ya bu kadar vurgu yapmaları boşuna değildi tabi. Cetlerinin Saray içi entrikaları, kardeş-oğul kanlı tasfiyeleri de neo Osmanlıcılar da bir şekilde, kansız da olsa vücut bulacaktı bir şekilde ve öyle de oldu.), yönetememe krizinin ne kadar derinleştiğini de böylece görmüş olduk. Belki de daha önemlisi Türkiye kapitalizmi, devleti ve burjuva partileriyle siyasetinin emperyalizme bağımlılık düzeyini, oradan esen rüzgârlar karşısında ne kadar titrek ve zayıf durumda olduğunu da bir kere daha tecrübe ettik. Emperyalist kapitalizmin ABD ve AB merkezli hazırlığı yapılan yeni uluslararası ekonomik, politik arayış ve yönelimler zaten rejim ve yönetememe krizleri içinde pusulası bozulmuş AKP/Saray iktidarı için yeni ve büyük sorunların (yaptırımlar gibi, hem ABD, hem AB tarafından) oluşacağını da keskinleştirince sarsıntılar ardı ardına gelmeye başladı. Hasta hastalığını inkâr evresinden yüzleşme evresine geçse de içinde bulunduğu çaresizlik hali onu inişli-çıkışlı, çelişkilerle dolu bir sürece sokacaktır. Herhangi bir sermaye partisi olmanın ötesine geçmiş Saray iktidarının deneyebileceği tüm yolları kullanarak bu ilişkiyi sürdürme zorunluluğu , çukuru derinleştirecektir. Yaşanan derin bir yönetememe krizi ve rejimin tıkanmış, işlemez hale gelmiş olmasıdır. Ekonomik-siyasal krizlerin tüm semptomlarını görmezden gelen iktidarın ABD seçimlerine paralel, durgun gökte çakan şimşek misali “reform” demeye başlaması, içerdeki tepki ve çağrılardan çok dışarıya, emperyalist merkezlere dikkat kesilmesi iktidarın karakterini göstermesi açısından da manidar oldu. Tabi bu manidarlık Formula-1 yarışlarının İstanbul ayağında şampiyon olan pilota kupa töreninde şampanya yerine gazoz vermek gibi de sonuçlanabilir! Türkiye hazinesinin dibine darı ekilmiş olması, aşırı borçlanmanın sadece devletin ve büyük sermayenin değil halkında sorunu olması, borç faiz ve ana paranın geri ödenmesini oldukça zorlaştıracaktır. Emperyalist finans kapital sırf bu nedenle şampanya yerine gazozla yetinmek durumunda kalabilir.
Ekonomik-siyasal tüm krizlerin semptomlarını düne, Damat Bakan olayına kadar reddeden Erdoğan birden bire sorunları kabul edip önce “reform” sonra “acı reçete” demeye başladı. Türkiye sınıf mücadelesi tarihinden de yakından tanık olduğumuz gibi kriz, reform, acı reçete lafları siyasal iktidarın ve sermaye partilerinin diline dolanmaya başladıysa orada az sonra Türkiye işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında bir gerileme, işsizlik, sefalet, düşen ücretler, artan vergiler, siyasal polis-devlet baskısı ve zorunun artmasının dalgalar halinde üzerimize geleceğini anlarız. Reformdan kast edilen ekonomik krizden tekelci mali oligarşik kesimlerin karlarının ve özellikle yabancı mali fonların alacaklarının garanti altına alınmasını sağlayacak ekonomik-siyasal düzenlemeler; acı reçeteden ise sermayeye aktarılacak bu kaynakların kemer sıkma politikalarıyla işçi ve emekçilere yüklenmesidir.
Peki daha düne kadar “en zengin ve güçlü ülkelerin sonbahar yaprağı gibi savrulduğu yerde” (Erdoğan) Türkiye ekonomisinin “pik yaptığı”, bir “şahlanma dönemine” geçtiğimiz söylenirken şimdi bu “acı reçete” neden?..
Hukuk alanında “devrim niteliğinde reformlar yapmış, demokrasimizi bağımsız ve tarafsız yargıyla” (Erdoğan) güçlendirmemiş miydik? Ne oldu da birden bire reformlara ihtiyaç duyar hale geldik? Sermaye kesimlerinin ikide bir “güven eksikliği” diyerek iktidarı emperyalist burjuvazi lehine düzenlemelere iteklemesi “reform” sürecini, azami kar ihtiyacını karşılayacak düzenlemelere yol açabilir. Zaten reformların gerekçesi de tam burasıdır. O nedenle bu düzenlemeler hakkında kapalı kapılar ardında TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD gibi kurumlarla görüşüyor, onlara kimi garantiler sunup destek istiyorlar. Onların desteği ve işbirliği olmadan kemer sıkma politikalarını uygulayamayacaklarını biliyorlar çünkü.
Emperyalist sıcak para ve finansa göbekten bağımlı Türkiye kapitalizmi ve sermayesi, emperyalist merkezlerden esen ekonomik ve siyasal rüzgârlardan en fazla etkilenen, iç dengeleri üzerinde ciddi etkide bulunan ülkelerin başında gelir. ABD’deki seçim sonuçlarını kesinleşmesiyle Türkiye’deki “Damat Olayı” ve “reform” sizleri, faiz artırımınım üst üste gelmesi karşısında “zamanlama manidar” diyoruz ister istemez. Fakat Saray rejiminin içinde bulunduğu yönetememe krizi, onun varlığıyla da iç içe geçtiği için bir reform kapasitesi de kalmamıştır. Ki ihtiyaç duyulan yapısal reformlar AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimlerinin kaynaklarını da keseceği için tercih edilmeyecek ya da sözde kalacaktır. Hukuk reformları ise zaten başlamadan MHP’nin direnişiyle kadük kalmıştır.
Reform kapasitesinin kalmadığı daha bu sözler dolaşıma girer girmez Saray içi gerilimler, klikler savaşı, Cumhur ittifakı içinde artık gizlenemez noktaya gelmiş, dolaylı yollarla sürdürülen güç mücadelelerinin patlamasıyla zaten görünür olmuştu. Tek hedefi iktidarda kalma haline gelmiş bir yönetimin savruluşlarını izlediğimiz bu günlerde ABD ve AB emperyalistlerinden gelecek ekonomik-siyasal baskıların her alanda artacağını göreceğiz. Saray’daki muktedirlerde bunun farkında olmalı ki kriz başlıklarında muhataplarına pazarlığa açık olduklarını belirten sözler etmeye başladılar. “S-400’ler konusunda ABD-NATO’nun çekinceleri üzerine konuşabiliriz”, “bizim yerimiz Avrupa, AB perspektifi bizim için stratejik bir yönelimdir” gibi. AB liderlerinin 10 Aralık’ta yapacağı Türkiye konulu toplantıda ciddi yaptırımları ele alacağı biliniyor. Bu mesajlarda hem oraya hem ABD’ye dönük. Reform söylemi, AB’ye dönük sıcak mesajlar (daha birkaç ay önce neredeyse savaş ilan eder haldeydik oysa!) ekonomik, siyasal sıkışmanın sonucu ortaya atılan, ‘ya tutarsa’ denen boş laflar aslında. Uluslararası ilişkilerde değişme sinyalleri veren konjonktür Türkiye’de yeni Osmanlıcılar için pek bir gelecek perspektifi sunmuyor. Bu durumun da farkındalar. O nedenle telaşlı, çelişkiler içindeler. Kendi açtıkları tartışmaları yine kendileri kapatır hale gelmeleri (Bülent Arınç örneğinde olduğu gibi) gelişmelerin kontrolünü yitirdiklerini gösterir sadece. Emperyalist fonlardan gelecek sıcak paraya olan ihtiyaçları onları, ABD-AB’ emperyalistlerine olan bağımlılıklarını her geçen gün derinleştirse de düne kadar bu fonlara değerlenme alanları sunabildiği için aksi istikametteki siyasi yönelimleri belli ölçüde tolere edebiliyorlardı. Fakat geldiğimiz noktada neo muhafazakar, faşist (burjuva literatürde “otoriter” ) rejimler ve siyasal organizasyonlara tanınan opsiyonların sonuna geldiğimiz anlaşılıyor. Hem Türkiye tekelci burjuvazisi hem de emperyalist mali oligarşi sermaye için azami kar ihtiyacını karşılayamadığı için borç geri ödemelerinde –yeterli kaynak girişi olmadığı için- bir krizin kıyısında olan iktidarı, siyasal olarak baskılayıp “acı reçete” yi uygulamayı dayatıyor. AKP/Erdoğan’da istemese dahi bu zorunluluğu kabul etmiş görünüyor, son faiz kararında olduğu gibi.
“90’lar ve 2001 krizleri sürecinde uygulanan “acı reçetelerin “ bir benzeri hazırlanırken, toplumsal-siyasal süreçlerde o kesitlerle benzeşmeye başladı. Rejim –yönetememe krizi nedeniyle iktidar içindeki güç mücadeleleri sertleşip sorun başlıkları üzerindeki denetimlerini kaybettikçe burjuva hukuk ve kurumlarda işlevsizleşip, içi boşalıyor. Bunun sonucunda orman kanunları güçlünün zayıfı ezdiği kuralsız bir dönemin önü açılıyor. Böylesi koşullarda faşist çeteler, toplumsal tepkileri muhalefeti bastırmak için sahaya sürdüler. Bugün de benzer bir süreci yaşıyoruz. Hem Kürt sorununda izlenen çizgi, hem faşist mafya çetelerin görünürlüğünün artması, sermaye grupları arasında yükselen iktidar ve çevresindeki yıkıcı rekabet, devlet yönetiminin kural ve hukuğunun dışına çıkarılarak keyfileşmesi; enflasyonu, işsizliğin, sefaletin artması, emperyalist güçler karşısında oldukça zayıflayarak, yönlendirmeler daha açık hale gelmesi, krizini kapatmak için içerde dışarda hamasi nutuk ve maceralara yönelmesi ortak göstergelerdir. Sınıf ve kitle hareketlerinin tüm bastırılmışlığına rağmen artan çıkış ve yön arayışları, büyüyen sınıfsal öfke ve karşılanamayan ihtiyaçlar, bu ihtiyaçları karşılayamayan ve günü geçmiş kurum ve siyasetçilerin de tarihsel sonuna geldiğini söylüyor. AKP iktidarının bu ilişkiye öncelerinden daha fazla direnebilmesinin nedeni uygun bir uluslararası konjonktürü yakalamış olması ve burjuva ve toplumsal muhalefetin zayıflığını kullanabilmesi ve emperyalist mali fonlara, atıl sermayeye Türkiye’yi bir değerlenme ve azami kar alanı olarak sonuna kadar açabilmesiydi. Dış kaynak akışı sürdüğü sürece ancak bu ilişkiyi sürdürebilirdi. Türkiye kapitalizminin sermaye birikiminde borç bağımlılığı ilişki ve tüketim üzerine kurulmuş hali, yapısal bir sorun olarak varlığını koruduğu için uluslararası sistemde olan değişimler, rekabet koşulları kriz hali karşısında savunmasız bir halde tutuyordu onu. Ekonomik kriz, Pandemi süreci ve emperyalist merkezlerde artan çelişki ve jeopolitik gerilimler dış kaynak girişini zayıflatıp ters yönde akışı, sermaye çıkışını hızlandırınca, ekonomiyi döndürecek kaynak sıkıntısı baş gösterdi. Kaynak ihtiyacını gidermek, sermaye kesimlerinin iştahasını doyurmak için Merkez Bankası’nın 120 milyar doları peşkeş çekildi (kurları baskılamak için kullanıldığı söylense de asıl mesele bu paranın “5’li çete” denen iktidar ortağı sermaye kesimleri başta olmak üzere, tüm sermayeye teşvik, vergi indirimi, ballı ihaleler olarak aktarıldığını biliyoruz). Bir süre bununla idare edildi. Türkiye’nin en büyük kamusal şirketleri, Bankaları “Varlık Fonu” denilen bir havuzda toplanıp tüm mali yapısı “devlet sırrı” kapsamına alınıp burjuvazinin ihtiyaçlarına sunuldu. Bunlar da kaynak ihtiyacını gideremeyince vergi afları, imar barışı, kayıt dışı-kara parayı sorgusuz kabul edecek düzenlemeler yapıldı. (başarısız olsa da iki defa kıdem tazminatına el uzatılması). İşsizlik fonu sermayeye kredi-teşvik olarak sunuldu. Fakat 2000 sonrası büyüyen, genişleyen Türkiye tekelci burjuvazisinin ihtiyaçları iç kaynaklarla giderilmeyecek kadar büyüdüğünden bu düzenlemeler pansumandan öteye sonuç vermedi. Ayrıca Suriye’den Irak’a , Libya’dan D. Akdenize’e, oradan Azerbaycan’ a kadar olan bölgede yürüttüğü askeri faaliyet ve devasa harcamaların faturası da eklenince hazinede tek kuruş kalmadı varlık fonundaki kimi şirketlerin yabancı sermayeye satılması ya da ortaklıklara daha fazla açılması bir zorunluluk olarak öne çıkmaktadır. Kaynak ihtiyacı Türkiye’nin en büyük kamu şirketlerinin özelleştirilmeye başlanacağını da zorunluyor. Borsa İstanbul’un yüzde 10 unun Katar sermayesine satılması bu sürecin ilk adımlarındandır. Ve muhtemel ki arkası gelecektir. Vadesi gelmiş dış borçların salt halk önüne konulacak “acı reçete” lerle, “kemer sıkma politikaları”yla ödenebilme şansı yoktur. Bu nedenle “acı reçete”, hem de özelleştirmeler çevrenin maden şirketlerince yağmalanmasına izin verilecek saldırıların önü açılacaktır.
Türkiye’nin kamu-özel toplam borcu 400 milyar doların üzerindedir. 1 yıl içerisinde yenilenmesi, döndürülmesi gereken 181,3 milyar dolar dış borcu vardır. Ciddi bir ödemeler dengesi olan Türkiye kapitalist ekonomisi emperyalist telkin ve yönlendirmelere bu nedenle çok açıktır. Cari açık yıl sonunda 30 milyar doların üzerine çıkacaktır. Yeni kaynak ihtiyacı oldukça yakıcılaşmıştır. Bu nedenle Erdoğan’ın tüm aksi yöndeki tezlerine ( “faiz sebep, enflasyon sonuç” gibi piyasa gerçeklerinden bir haber zırvalar) rağmen faizler 5 puan arttırılarak dış kaynak için cazip olanaklar sunuldu. Ülke ekonomisinin dolarizasyona yapısal bağımlılığı, kurların enflasyonu yükselten etkisi karşısında bir çözüm olarak sermaye çevrelerine baskısıyla arttırılan faizlerin (üretim maliyetlerine aynı oranda yük getireceğinden enflasyon yine artacaktır ama) işçi ve emekçilerin yaşamına dair ciddi olumsuz etkileri olacaktır. Asgari ücret gelişmelerinin nasıl geçeceği şimdiden bellidir. (Pandemi sürecinde işsiz kalanlara, gelir kaybına uğrayan esnaflara, köylüye herhangi bir maddi destek sunulması zaten hiç gündem değildir) acı reçetenin ilk adımını faizleri arttırarak enflasyonu işsizliği, yoksulluğu büyüterek atan iktidar ikinci adım olarak asgari ücretleri düşük tutarak ortalama ücretleri aşağıya çekmenin zeminini hazırlayacaktır.
Burjuvazi (yerlisi-yabancısı fark etmiyor) sermaye birikim süreçlerini ekonomik siyasal ihtiyaçlarını güvence altına almaya çalışıyor. Ekonomik krizin pandemi nedeniyle daha da derinleşmesi artı-değer sömürüsünü, karların azalmasını getirmiş, Turizm ve ulaşım gibi birçok sektörü de iflasın kıyısına taşımıştı. 80’lerden beri neredeyse her 10 yılda bir duymaya alıştığımız “acı reçeteler” bu nedenlerle gündeme geliyor. “yerli ve milli iktidarlar” , 40 yıllık süreçte ne zaman emperyalistlere karşı olan borç ve faizlerini geri ödeyemez hale gelmişlerse o zaman “acı reçeteden” bahseder olmuşlardır. Emperyalizmden alınan borçlar emekçilerin yaşamlarında pozitif bir değişiklik yaratmasına, bu kaynaklardan onların payına bir şey düşmemesine, bir kısım sermayenin zenginleşmesine yaramasına rağmen “acı reçete” emekçilerin/halkın önüne konuluyor. “Müminlerden sabırlı olmaları” isteniyor. Krizin sorumluları bu işte hiç günahı olmayanlara çıkarıyor faturayı! “Kemer sıkma politikaları” ancak siyasal baskı ve zor araçlarını tahkim ederek uygulanabileceğinden burjuvazinin güvenliğinin gereği olacak “reformlar” da hazırlanıyor. Bu haliyle ’94 ve 2001 krizini andırsa da yaşananlar, 2020’nin bu deneyimlerden ciddi yapısal farklılıkları vardır, ortaya çıkacaktır. Öncelikle AKP/Saray iktidarının yönetim rejiminin çürümüşlüğü ve yozlaşma düzeyi öncekilerle kıyas kabul edilemez haldedir. Diğer yandan ise 80’lerden beri izlenen neoliberalleşmenin 2000’lerden sonra hız kazanıp tüketim toplumunun, meta bağımlılık ve ilişkilerinin geldiği düzeyin sosyal kapsamıdır. Aşırı finansallaşma ve borçlanmayla yürütülen bu tüketim hane halkını da kredi-borç bağımlısı yaparak bankaların kölesi haline getirmiştir. Emekçi halkın borçlanma düzeyi Türkiye tarihinin en ileri noktasındadır (bu durumun sosyo-politik sonuçları olarak bireyselleşmenin, bencilleşmenin, sınıf içi rekabetin artarak dayanışmanın zayıflamasını da yaşıyoruz. Sınıf mücadelelerinin gerilemesiyle işçi ve emekçilerin artan borçlanma, kredi tuzağına yakalanmaları arasında bir doğru orantı da vardır. ). Borçlanmanın bu toplumsallaşmış hali halka çıkarılacak “acı reçetenin” hem bir toplumsal yıkım, sefalet yaratacağını, hem de iktidarın beklediği oranda bir kaynak oluşturulamayacağını söylerken, kemer sıkma politikalarının sonucu olarak bankalara bireysel kredilerin dönüşünün riske girebileceği ve sonunda finansal bir krizin de patlayacağını söyleyebiliriz. Aslında hikaye burjuva iktisadın dışına çıkıldığında çok daha net görülür: kapitalist sistem artık yönetemiyor, kitlelerin artan ihtiyaç ve beklentilerini karşılayamıyor, özel mülkiyet düzeni, toplumsal üretimin gelişiminin ve ihtiyaçların karşılanmasının önündeki en büyük engeldir. Tüm krizlerin nedeni buradadır. Kapitalist birikimin mutlak genel yasası işçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişkilerin sürekli derinleşeceğini, her krizin bir öncekinden daha şiddetli yaşanacağını ve zenginlik ve yoksulluğun karşıt uçlarda birikmesinin her kriz devresinin ardından artacağını söyler. Bunun sonucu bir kısır döngü, kriz, sefalet ve yoksulluktur. Yani sermaye düzeninde kapitalizm neden, AKP ve türevleri sonuçtur!.. Sonucu ortadan kaldırmak bir şeyi değiştirmez. Nedenleri yok etmek gerekir. Trump’ın gitmesinin dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları için kısa bir yürek soğuması dışında bir şey değiştirmeyeceğinde olduğu gibi. O nedenle enerjimizi, gücümüzü birleştirip sorunun merkezine yoğunlaşmak gerekmektedir.
94 ve 2001 krizleri çeşitli iktisadi-siyasi-sosyal sonuçlar üretmişti. Kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istemeyişi sınıfsal, ulusal, cinsel çelişkileri de şiddetlendirmiş, sermaye düzenini sarsmıştı. Burjuvazi yönetme yeteneğini tekrar kazanabilmek için emperyalist kapitalizmle entegrasyon düzeyini geliştirmeye yönelmiş, neoliberalizmin önündeki tüm engelleri “demokratikleşme” adı altında kaldırırken, burjuva devleti de yeniden yapılandırmıştı. Neoliberalizmin, piyasa ekonomisinin dış finansal destek ve konjonktürün de kayganlaştırıcı desteğiyle, AKP’nin tek başına iktidarı sürecinde sistem 2001 krizini aşmış ve Türkiye tekelci sermayesi gelişim trendi yakalamıştı. İç toplumsal çelişkilerle, dış emperyalist talep ve dönüşüm beklentilerinin göreli uyum yakalaması emekçilerde ve toplumsal muhalif dinamiklerde gelişen süreci, kapitalizmin girdiği yeni evreyi kavrayamama sorununu da ortaya çıkarmıştı. Anti kapitalist anti emperyalist bir mücadele hattını geliştirip, devletin yeniden yapılandırılırken kamunun ve halkın çıkarlarından (geçmiş kanunların tasfiye edilmesi anlamında) hızla uzaklaşıp bir çıplak sermaye devletine dönüşmesine gerekli refleks ve mücadeleyle karşı konulamayınca, değişen toplumsal, siyasal, ekonomik ilişkiler karşısında etkisizleştirildi. Yeninin konuşulup bunun içinden bir gelişim dinamiği yakalanamadı ve eskinin içinden çıkılamadı. Bu durum sınıf mücadelesinin bu günkü geri düzeyinin nedenidir.
94 ve 2001 krizlerinde yaşanan sürecin bir benzeri bugün de sahnededir. Devlet yönetememekte, toplumsal-siyasal çelişkiler şiddetlenmekte, ekonomik krizin boyutu tüm sistemi sarsmakta ve değişime zorlamaktadır. 2015 sonrası sisteme zorla, toplumsal, sınıfsal, siyasal dengeleri hesaba katmadan giydirilmeye çalışılan elbise dar gelmektedir. Mali oligarşik tekelci bir sermaye azınlığının çıkarları dışında bir yönelimi olmayan yeni rejim biçimi Türkiye kapitalizminin gerçekleriyle karşı karşıya kalınca tüm foyaları döküldü ve bağımlılık düzeyi çıplaklaştı. Türkiye emekçi sınıfları ne kadar bastırılsa da, ekonomik-demokratik talep, istem ve ihtiyaçları bastırılamamakta, emperyalist merkezlerle bağımlılık ilişkisi bir tarafa bırakılamamaktadır. Emekçi sınıfların suskunluğu bile bir sonuç yaratabilmekte, akışı kesilen dış mali fonlar iktidarın tüm dengesini bozabilmektedir. İç ve dış şartlar bir kez daha Türkiye devleti ve siyasal sistemini değişime zorlamaktadır. Başkanlık sistemi yönetememekte, beklentilerin aksine sonuçlar vermektedir. Çözüm olarak 2001 krizinin ardından AKP’nin “başarıyla” uyguladığı değişim ve dönüşüm programının bir benzeri bugün burjuva muhalefet tarafından “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adı altında dillendirilmektedir. Neoliberal yönetişimin korunacağını fakat sistemin bir sermaye kliğinin eline geçmeyecek şekilde, burjuva klikler arasında sistemik bir denge, denetleme ve güçler ayrılığı ilkesinin üzerine kurulacağı söyleniyor. Bu rejim tipinde de işçi sınıfı ve emekçilerin talep ve istemlerinden çok, emperyalizmin ve Türkiye tekelci burjuva kesimlerinin beklentileri belirleyici olacak. İşçi sınıfının, Kürt halkının, kadınların, gençlerin talepleri burjuva programlar içinde sönümlendirilecek, çevrenin ve doğanın yağması, sermayenin ihtiyaçları için sürecektir. ABD’deki yeni yönetim Türkiye muhalefetinin bu çabalarını, politikalarını destekleyeceği bellidir. Ve muhtemel ki Türkiye siyasal rejimi de bu yönde restorasyona uğrayacak ve dönüştürülecektir. İşçi sınıfı ve emekçilerin bu değişimden/dönüşümden herhangi bir çıkarları yoktur, olmayacaktır. Herhangi bir beklentiye girmeden, bu dönüşüm sürecinden sınıfsal -talep ve istemlerini yükseltmek için yararlanmalı, demokratik, siyasal, ekonomik tüm taleplerini örgütlü ve militan bir düzeyde dile getirmelidir. Kapitalizmin sınırlarını ve insanlığın gelişimi önündeki durumunu netleştirmek için de sosyalizm propagandası yükseltilmeli, ideolojik-politik mücadele de yükseltilmelidir. Sermaye klikleri arası çekişmede taraf olmadan, bağımsız sınıf hattı korunarak, kendi çıkarlarını yükseltebilmelidir. Restorasyona değil bir sosyalist devrime ihtiyacımız var zira. Toplumsal, insani tüm ihtiyaçların piyasaların insafına bırakılmadığı, özel mülkiyetin barajında boğulmadığı bir düzen ancak sosyalizmde onun kolektif mülkiyet düzeninde yaşanabilir. Herkese iş, insanca yaşayacak koşullar, işsizlik ve gelecek korkusunun olmadığı, eğitim, sağlık ve barınmanın temel hak olduğu, iletişim ve ulaşımın ücretsiz olduğu, toplumun kaderinin bir avuç egemenin insafına bırakılmadığı, her alanda kendi kararlarını kendileri alıp uyguladığı, toplumsal demokrasinin temel yönetim organı olduğu bir sistem. Yani sosyalizm! Bugünkü sorunların tek ve gerçek çözümüdür.