Romanda kadın işçi yok. Oysa madenlerde en azından Osmanlının son döneminde bir çok cephede savaşa girmesi ve asker ihtiyacının zaten var olan emek kıtlığını büyütmesi gibi nedenlerle, belli kanunlarla kadınların da emekgücüne ücretli kadın asker olarak dahil edildiği biliniyor.
Ethem Çavuş’un hatırladığı bazı kadın maden işçisi isimleri: “Adalı Sultan, Topçu Emine, Kırdıkaçtı Zülfiye” (yerüstü ameleleri), ve en ünlüleri “her sabah şafakla kandili yakıp şalvarının kemerine azığını yerleştiren ve eline aldığı madenci bastonu ile ocağa dalan Gülsüm Hatun”… Oruçoğlu romanında, deli kadının düşünde kocasının madende öldüğünü görüp ocağa inmesini “olay” haline getiriyor ama o madenlerde çalışmış olan kadınlardan tek kelimeyle bahsetmiyor!
Romanda kadın işçilere yer verilmediği gibi, kadınların köy emeğine (tarla, hayvancılık, odun, su taşıma, vd), ev emeğine, yeniden üretim emeğine de yer verilmiyor.
Evliyken aradığı aşk ve sevgiyi maden işçisi Kör Cemal’de bulamayıp köyün delisiyle birlikte olurken köylü tarafından basılınca, dağa kaçıp Eşkıya Bayram’la birlikte olup onunla hareket etmeye başlayan Zehra, kendisini zorla götürüp tecavüz etmek isteyen köy beyini öldüren Kumru, dilenci kadın, öncü işçi Hurşit’in aşk yaşadığı çingene kadın, romandaki başlıca kadın tiplemeleri. Madenci eşi olan kadınlar ise eşlerine ve misafirlerine çay kahve servisi yapıp arada bir söylenmek dışında bir şey yapmıyor?! Madenci dullarına şöyle bir değinilip geçiliyor?! İntihar eden kadınların resimlerinden koleksiyon yapan 3 karılı bir adam üzerinden, havzadaki kadın intiharları bile post-modernleştiriliyor. Oysa havzada kadın intiharlarındaki artışın en önemli nedenlerinden biri, ikinci mükellefiyet döneminde jandarmanın firari maden işçilerini teslim olmaya zorlamak adına rehin aldığı eş ve kızlarına taciz ve tecavüzlerin yaygınlığı iken, bu da romanda yok.
Romanın kadına bakış açısı çok sorunlu. Kadın/erkek emeği arasında toplumsal cinsiyetçi işbölümünü sorun olarak bile görmüyor. Bu işbölümünün madenler temelinden, sanayi/tarım emeği işbölümüyle iç içe geçip, hangi yönde nasıl değiştiği de görülmüyor. Madenlerin havzadaki üretim kadar yeniden üretim sürecini de nasıl şekillendirdiği, kadınlara biçilen işlevin artık, köy emeğinin yanısıra, kapitalist kömür madenlerine ucuz emekgücü üretmek olduğu görülmüyor.
Kadını erkeğin sevgisine, aşkına, şefkatine, romantizmine muhtaç ve salt bunun arayışında olan tek yanlı bir varlığa indirgiyor. Bunlar elbette her daim ataerkinin kalaslık duvarına çarpan ihtiyaç ve özlemlerdir ama, romanda kadın sorununa onca yer ayrılmasına karşın, kadınların erkeklere arada bir ıhlamur, kahve, yemek servisi yapmak ve arada bir söylenmek dışında hiçbir emek süreci yokmuş, madenlerle bir ilgileri yokmuş, kadın salt duygusal bir varlıkmış gibi davranılıyor. Kadına biraz inceltilmiş ve lütfeder de onun sevgi, şefkat, romantizm arayışını kabul edermiş gibi görünen ataerkil bakış açısının ta kendisi.
Her işçi ailesinde 4-5 çocuk, bunları kim doğuruyor, giydirip yediriyor? Tarlayı süren, hayvanlara bakan, odun kesip toplayan kadın, üstelik erkekler madende olduğu ve köye geldiklerinde de sıklıkla mecalsiz, hasta veya sakat oldukları için, köyde daha önce erkeklerin yaptığı pek çok işi yapan da kadın, ve kadın emeği görünmezleştiriliyor!? Kadınlara ilişkin bir kaç bireysel isyan ve eylem anektodu da (bölgede daha 1871’de kadınların önderlik ettiği bir isyan, madende çalışan kadın işçiler yokmuş gibi), “kadınlara lütfedilmiş” gibi görünüyor.
Roman bütünü içinden, toplumsal sınıf-toplumsal cinsiyet ilişkisi tarihsel-diyalektik materyalist temelden ve dinamik bir tarzda kurulmadığından çöküyor.
Not: Muzaffer Oruçoğlu’nun 4 ciltlik Grizu romanının kapsamlı eleştirisini yapan “Grizu, Postmodernizm, Epistemolojik Çöküş” kitabından bir bölümüdür.